VEDAT KAN


BİR ŞEHRİN YALANLARI 2

.


Nasıl da çetin geçerdi kışları. Uzun, acımasız ve bıktırıcı. Bir türlü bahar gelmek bilmezdi. Sıcaklık zaten hayalden öte bir şey. Ne gecelerine esintisini bırakırdı ne de şafağına. En sıcak günlerde dahi çift battaniye isterdi. Yorardı insanı. O yüzdendir ki yorgunluğun emaresi hiç eksik olmazdı Dadaşımın üzerinden.

Gözleri her daim uzaklara bakardı, yarım kalırdı hayalleri. Anlatamazdı ki dadaşım derdini, sadece “yoh bişey” der geçiştirirdi sonrasında yutkunurdu yorgunluklarının üzerine. Canı sıkılsa da kabullenirdi, isyan etmezdi olur olmaz şeylere. O yüzdendir yüzyıllar boyunca çile yumağı misali örüldükçe örüldü. Başında olana saygıda kusur etmezdi. Başında olana kem söz etmezdi. Başında durana ölümüne bağlanır, git denildiğinde gider kal denildiğinde kalınırdı.

Coğrafyasının özelliklerini alın çizgisinde taşırdı. Ellerinin nasırında, bedeninin ağırlığında. Vakarlı olurdu. Varlığında şımarmaz, yokluğunda ise seviyesine dikkat ederdi. Cömertliğini gösterir kendisini göstermezdi. Kadını da, kızı da, erkeği de kızanı da hep böyle idi. Kara kışların, kar fırtınalarının ve dondurucu ayaz gecelerinin yontarak yorgun bıraktığı bir can.

Asırlar boyu eziyetlere maruz kaldılar. Asırlar boyu ötekileştirilerek serhat boylarına şafak bekçisi olarak tanıtıldılar. Bahar akşamlarının ılıman esintisi kendisinden olmayıp, kendisi gibi görünen varlıklı olanların sırtını okşarken, kara kışların ayaz kokan nefesi hep dadaşımın üzerine siner olmuştu.

İkliminden gelen soğukluk, dış görünüşüne aksettirilse de aksine çok yumuşak ve sıcakkanlıdır dadaşım. Paylaşmayı seven, yardımlaşmayı görev bilen ve el vermeyi sevap olarak algıladığından asırlardır sömürülmüş, asırlardır her hangi bir birikimi olmamıştır. Olanlar ise yine bir zulüm karşısında eriyip gitmiştir. Ve dadaşım sadece  “olsun, ne edah” diyerek şükrünü eda etmenin yolunu seçmiştir.

Zaman; her geçen gün alay edercesine oyunlarının üzerine yeni bir oyun eklediğinden, bu coğrafyanın dalaveresi hiçbir zaman eksik olmamıştır. Yaşanan her günün ardından geceye yeni bir kayıp daha eklendiğinden ve bu durumun alışkanlığından olsa gerek, sabaha olan umutların tazeliği hiç yitirilmemiştir.  Ayağı tökezlediği zaman “buna da şükür” diyebilmenin yüceliğidir dadaşlık.

Bu şehir, gözyaşlarını hep kendisi silmiştir. Yaralarını sarmaya çaba göstermiştir. Yokluk sancılarının dayanılmaz ağrılarında dahi edebini korumuş, sükût göstermiştir. Ama zalim ne anlamış edepten, düsturdan. Her fırsatında kem için, kötülük için, ikilik için çaba göstermiştir. O yüzdendir ki 21. Yüzyılın anlaşılmayan ve çaresi henüz bulunamayan salgını olan “adam sendecilik hastalığının hikâyelerinden  – kibir, çokbilmişlik, dedikodu, gıybet, çekememezlik, desinler, hor görme, kendini beğenme vs vs” belirtileri şehrimizde daha çok bulaştırılarak yaygınlaştırılmış, günlük hayatımızın vazgeçilmezleri arasındaki yerini almıştır.

İşin garip yanı, bütün şehir ahalimizin bu durumdan haberdar olmasına rağmen, bu belirtileri bilip teşhis etmesine rağmen dadaşlığına hiç yakışmayan bu hal ve hareketleri benimsemesi ve normal bir olay algısı ile karşılamasıdır. Daha kötüsü bu durumu bir yaşam biçimi olarak gelecek nesillere aktarmasıdır. Ve tarihin tozlu raflarına binlerce yıllık bir şehri gömme planının ilk adımları da atılmıştır.  Ne yazık değil mi? düşmanın silah ile yapamadığını, tarihin en belirgin zamanlarında bile galip gelemediği yenilgiyi kendi ellerimizle hazırlayarak hayatiyete geçirmemizi tarif edemiyoruz.

 

Bilerek mi yapıyoruz? Zannetmiyorum ama kasıt olduğu aşikâr. Ortada suçlanacak kimse yok ama kabahatlerle birlikte elbette ki suç ta bulunmaktadır. Mesela hiç sabah veya akşam saatlerinde Özel Halk Otobüslerine bindiniz mi? Tıka basa dolu olan o araçların içerisinde bulunan koltukların tamamı genç diye tabir ettiğimiz ve hatta çocuk diye tabir ettiğimiz, büyük bir çoğunluğu öğrenci olan kuru bir kalabalıktan ibaret olduğunu göreceksiniz. Neden mi, kuru kalabalık? Büyüğüne saygısı olmayan, kendisi oturur iken yanı başında ayakta bekleyen yaşlıları görmemek için elindeki telefonun içerisine hapsolmuş bir çoğunluk benim nazarımda sadece kuru bir kalabalıktır. Hiçbir amacı olmayan, başarısı olmayan, kalitesi ve ileri görüşleri olmayan kuru bir kalabalık…

Yolda gördüğü olumsuzluk karşısında elindeki telefona sarılan, yemek yerken bile olsun elinden telefonunu düşürmeyen ve hatta hatta kavgalarını dahi klavyeden yapan sahte kabadayılarımız varken gerçekçilikten, hayal kurmaktan ve başarıdan söz etmek ne kadar doğru olur, ne kadar samimi olur bilemiyorum.

Henüz geçenlerde değerli bir arkadaşımız “kitap okumamaktan, kitaplara gereken değeri verememekten, kitap kültürüne sahip çıkamamaktan” bahsederken özet olarak aslında bu hatalarımızdan bahsediyordu, bu eksikliklerimizden bahsediyordu. Kitapları unuttuğumuz ve sahte bir sanal dünyada yaşadığımız için, çocuklarımızda ne yazık ki biz büyüklerin bu hatasından dolayı kuru bir kalabalık olmaktan öteye gidememektedir.

Benliğimizi yitirmiş bir vaziyette, şer güçlerinin sanal silahı karşısında bütün teslimiyetimizle birlikte mahremimizi her hangi bir kıskançlık belirtisi göstermeden ortaya koymamızın acaba adı nedir? İşte benim şehrimin insanını da esir alan bu zihniyet “adam sendecilik” belirtisiyle hızını almış bulunmaktadır. Ne hastalarımızı sorar olduk, ne cenazelerimize katılır olduk, ne yaşlılarımıza hürmet eder olduk, ne büyüklerimizi sayar olduk, ne küçüklerimizi sever olduk, ne tarihimizi idrak eder olduk, ne yarınımızı merak eder olduk, ne halimizi görür olduk ve ne acıdır ki kendimizi bile bile yakar olduk… Bu kadim şehri de, bu şehrin değerli insanının aziz hatırasını da, bu şehrin muhteviyatını da kendi ellerimizle bitirir olduk. 

Ayaz gecelerinin “pilav geldi, godida beşe godida beşe” çağrısının değeri, bu saydığımız sözde değerlerin yanında acaba nedir?  Cevabını bilen dadaş beri gelsin…

Öyle ya doğru; eskiden kar yağardı bu şehre, adam boyu. Kışları uzun ve sert geçerdi. İnsanı sıcakkanlı ve mertti. Sen, ben yoktu da biz vardı. Bayramların tadından geçtim, kokusu vardı. Heyecanı, sevinci vardı. Her mahallenin bir kavgası, kavgacısı, bir karakolu vardı. Horoz Şekeri vardı…

Şimdilerde ne kaldı elimizde acaba? Ortaklaşa geniş bir kitle tarafından küçük sermayelerin biriktirilmesi sonucu kurulan bir fabrikanın, uyanık birkaç ortak tarafından hile ile sahtekârlık ile ele geçirilmesine, parası olan her kesin aynı caddede aynı işi yapmasına, başarılı olana “hırsız” olamayana ise “beceriksiz” damgasının çok rahat vurulduğu bu şehri mahvetmenin eşiğindeyiz.

Belki bir daha “pilav geldi, pilav geldi, godide beşe” çığırtkanlığını duymayacağız ama “ Erzurum'a o zamanlar adam boyunda kar yağardı derken, adam gibi adamları da unutmayalım ki biz olmaktan çıkıp, yalnızlık tipisinde kaybolmayalım. Sen, ben, o gibi yalnız kalmayalım, bu şehrin bir yalanı da biz olmayalım.