VEDAT KAN


BİR ŞEHRİN YALANLARI 1

.


 

Nefes almakta zorlanıyordu, yıkanmaktan incecik bir hal almış ve atkı denmeye bile bin şahit lazım olan bez parçasını kulaklarına çektirdiği zaman ağzından içeri dolan kar tanecikleri nefes almasını zorlaştırıyor, boğulacak hale getiriyordu. Geceden beridir devam eden tipi, alay edercesine her geçen dakikada gücünü artırmış, daha yeryüzüne düşmeden havada yakaladığı kar taneciklerini alay eder gibi insanların yüzlerine tokat vururcasına sallıyordu. 

Geceden başlamış olan kar, yarım metreyi çoktan geçmişti geçmesine de, oyun oynamayı abartan şımarık bir çocuk edasıyla, yağan karı işkenceye çeviren tipi, soğuktan birbirine sığınmış ısınmaya çalışan insanları umutsuzluğun çemberinde çevirdikçe çeviriyordu. Üşümemek için üç beş kişi gruplar halinde birbirlerine sığınarak soğuğun ve tipinin etkisini azaltmaya çalışan bu insanların büyük bir çoğunluğu geceden ve hatta akşamdan sıraya girmişlerdi. Çoğu zaman öylesine bir kuyruk oluşurdu ki neredeyse havuz başına kadar çıkardı. Normal günlerde Mareşal Asker Hastanesinin önünde uzayan kuyruğa nöbetçi askerler müdahale ettiklerinden çoğu zaman kuyruğun hastane bahçe duvarının altından şehir stadına doğru gitmesine izin verilirdi. Hem mesainin başlamasına da pek bir şey kalmamıştı. 

Mesai başladığı zaman nasıl olsa sıra kendisine de gelirdi. O zaman soğuktan uyuşmuş ayaklarını açmak için biraz daha hareket etmesi lazımdı. Soğuk içerisine öyle işlemişti ki her hareket ettiğinde kemiklerinden sanki de kırılma sesleri geliyordu ama umurunda değildi. Bu gün bu işin bitmesi lazımdı. Gerekir ise soğuktan donup burada ölecekti ama elleri boş evine dönmesi imkânsızdı. Bir de karnesini alıp aşağı indiğinde tanış bir arabacı bulur ise değme keyfime o zaman diye içinden sessizce sırıtmıştı.

Mesai başlamıştı artık, sıradaki insanlar sabırsızlanmaya ve hatta arada ön sırada olanlardan sesler çoğalmaya, itişip kalkışmaya varan hareketlenmeler yaşanmaya başlamıştı yine. Geceden gelip burada sıraya girenlerin haklı serzenişlerini kapıda duran görevli memur duymuyor, alışkanlığın verdiği umursamazlık ile kulağına bir şeyler fısıldayan kim olur ise olsun bekletmeden içeriye alıyordu. Hava soğuk, hava buz, hava can alıcı idi…

İyicene kapı görünmüştü. Sıra kendisine doğru ağır ağır ilerlerken donmuş elleriyle zoraki de olsa cebinden deste halinde bohça ettiği paralarını ve karnesini çıkarmaya çalışmıştı. Tam bir aydır çalıştıklarının üzerine eklemek üzere eşe dosta, hısım akraba kim var ise borç biriktirmiş anasına söz verdiği gibi bu ayaz gecelerinde ısınsın diye kok kömürü alacaktı. Ucuz kömür yakmaktan nefes darlığına düşmüş anasını hiç olmazsa bu kış rahat ettirmek için gayret ediyordu ama sıra sanki de hiç gelmeyecekmiş gibi uzadıkça uzamıştı. Şu araya giren angaryacı zenginler, falancadan selam getiren ayakçılar olmasa, “sen benim kim olduğumu biliyor musun” edasıyla insanları süzerek içeri giren kibir deryasına bulanmış şu sonradan görmeler olmasa, sıra çok çabuk gelecekte olmuyor işte. Her yerde var bunlardan kurtulamıyorsun ki.

Cehennemden cennete giriş edasıyla girmişti kurumdan içeri. Kapı girişinin üzerinde konulan tabela üzerindeki DLİ / TKİ / Müessese / İstihsal / Tevzi gibi kelimeler soğuk memleketin sıcakkanlı insanını ısınmaya şartlı olarak hazırlıyordu aslında. Birçok insanın önünden dahi geçmeye cesaret edemediği bu kurum zenginler kulübü gibi bir şeydi. Karnesiz, parasız ve birilerinin selamı olmadan asla girilemezdi… 

Ayaklarının altında kızak varmışçasına uçarak gidiyordu. Sevinci, tarifi imkânı olmayan ve kelime haznesinde yer almayan cümlelerden oluştuğu için anlatılamıyor sadece yaşanıyordu. Ne geceden kalan donmuşluğu, ne soğuğun ciğerlerine işleyen, ayaz kokan açlığını ortaya koyan nefesi, ne de uzadıkça uzayan yollar umurundaydı. Bir eli göğsünde namusçasına sakladığı karnesini tutarken diğer eliyle de sevinçten ve ayazın etkisiyle yaşaran gözlerinden akıp yanaklarında buz tutan ıslaklığı siliyordu. Anasına verdiği sözü yerine getirmesine saatler kalmıştı inşallah. 

Hava kararmaya yüz tutmuştu.  Geceden inadına devam eden kar yağışı altında Gölbaşı caddesinden yukarı doğru iki atın çektiği araba dünyanın en değerli hazinesini taşımaktaydı. Umutların yeşerdiği, ayaz kokan gecelerin sıcak sabahlara ulaştığı ve sevdanın en delicesinin yaşandığı muhabbet akşamlarının malzemesi taşınıyordu, gönül almalara doğru. Arabacı atlara her emri vaki yapıp kamçı salladığında, ardı sıra hazinenin üzerinde mağrur bir komutan edasıyla oturmak buymuş diyerek açlığa, soğuğa ve yokluğa inat gülümsemişti yine. 

Bu gülümseyiş bizi bahara atar diyerek…

Nasıl da gelmiş geçmiş bu kadar yıl. O insanların çok uzun kışları vardı, yokluk ile sınandıkları ayaz geceleri vardı, şafak bekçiliği yaptıkları, sancılı ve soğuk kış geceleri vardı ama doğalgazları yoktu. Kapılarının önüne iyi veya kötü bir yakacak yollayan hükümetleri de. Kendi çabaları ile ayakta kalırdılar bahara inat, kışa inat, yokluğa inat. İnternet veya sanal âlemleri. Veya ceplerinde binlerce liralık telefonları yoktu. Mektupları vardı hasret kokan, buram buram özlemlerle yoğrulan. Gurbet sancısı çekilirdi her satırında, gerçek bir sevgi dalında yetişen tomurcuk misali. Yapmacık olmayan. Sahte olmayan. Dostlukları, arkadaşlıkları, akrabalıkları vardı. Şimdilerde olmayan sıcaklıkları vardı… 

Yokluk yıllarından çıkıp gelmişlerdi o anlara. Kimi zaman terör belasına yatırılarak, kimi zaman sağ-sol ideolojilerinin kucağında sallanarak. Varlık ile yokluk arasında hep arafta kalmışlardı, abartılı olmayan ama gerçekten samimi ve dürüst bir yakınlaşmaları vardı memleketim insanının. Sen veya ben diye adlandırılmadan, siz veya biz olarak yaşanılan. Yazlarında hayat bulan, can bulan bedenleri kışlarında umut çilelerinde yumak yumak bahara işlenirdi hem de renk renk. Ve her zaman kıskanılır olurdu bu birliktelikleri ve o yüzdendir ki hiç durmadan birileri tarafından karıştırılırdı hassas çizgileri.

Oysaki benim memleketimin insanıydı arada zay olan…