Adil HACIÖMEROĞLU


ATACAN?IN CİVCİVLERİ


Ağustos başında Mürefte?deydik. Sessiz, doğası fazla bozulmamış, güzel insanların yaşadığı bu belde, insana erinç vermekte. Kaldığımız evin küçük bir bahçesi var. Bahçede yirmiye yakın zeytin ağacı. Gündüz ve gece denizin dalga sesleri, bir müzik toyu vermekte. Kırlangıçların iskele çevresinde dönerek avlanmalarını izlenmek doyumsuz bir görüntü. Zeytin dallarında meyveler yemyeşil. Daldan dala sıçrayan serçeleri, isketeleri izlemekten çoğu zaman yoruluyorum, çünkü bakışlarım onların hızlarına yetişememekte.
Hava, çok sıcak? Deniz buhar kazanı gibi? Karşı kıyılar ve Marmara adaları sisli bir camın arkasından görünmekteler sanki. Asırlık zeytin ağaçlarının gölgesinde esen poyrazın serinliğinde mutluyuz. Çoğu zaman kitap okumaktayım bu serinlikte.
Atacan?ın doğa sevgisi üst düzeyde? Her türlü böceğin, kuşun, bitkinin adını ve özelliklerini sormakta. Ona yanıt verebilmek için öğrenciliğimde bile yapmadığım ölçüde ders çalışıyorum. Birlikte öğreniyoruz?
Gece olunca konumuz değişiyor. Uzay, yıldızlar, gezegenler, kara delikler, Ay, uydular konusunda ardı arkası gelmeyen sorular? Çatıdaki terastan, balkondan, ışıksız arka bahçeden yıldızları ve Ay?ı izliyoruz. Ay?ın gökyüzünde yükselişi ve evreleri çocuğun ilgi alanında.
Sabahleyin güneşin doğuşunu izlemek için erkenden uyanıyor. Ben, çocukluğumdan kalma bir alışkanlığım nedeniyle erkenden kalkmış, çoktan balkondaki yerimi almışımdır. Güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanan balkonda denize karşı hem kitap okuyor hem de bu doğa olayını doyasıya izlemekteyim. Sabah, bana hep temiz ve umut yüklü gelir. Sabahleyin kimseler uyanmadan tertemiz havayı içime doldurmak, günün ilk ışıklarını gönlümü varsıllaştırmak, sessizlikle yüreğimi arındırmak, sabahın erkenci kuşlarıyla usumu dinginleştirmek; kızıldan turuncuya, turuncudan sarıya, sarıdan göz kamaştırıcı parlak bir beyaza dönüşen güneşin yaşam veren yüzüne içten gülümsemek için erken kalkmayı yeğlerim. Birçok kişi şaşıracak, ama bugüne dek sabahleyin öğrenciliğimde okula, çalışma yaşamımda işe gitmek için çalar saatle uyandığım gün sayısı bir elin parmakları kadardır belki de. Güneşten önce dünyayı teslim almak isterim. Yıllardır güneşle yarışırım, hem de bir gün bu yarışı yitireceğimi bile bile. Olsun, şimdilik ben kazanıyorum ya?
Atacan, güneşin doğuşunu izlemek için annesini uyandırma ve sabahı paylaşma konusunda yalnızca bir gün başarılı olabildi. Eşim, sabah uykusunu çok sever. Bu nedenle Atacan?la ben denize kuşbakışı bakan, güney cepheli balkonda güneşin doğuşunu birlikte izledik. Sorular birbirini kovaladı her sabah. Ben de yanıtlamaya çalıştım bu meraklı afacanı.
Yaz dinlencesinin başından beri civciv almamı istedi benden. Ağustosun ilk haftasının cuma günü Şarköy?de kurulan pazara gittik. Alışverişimizi bitirmek üzereyken civcivlerin nerede satıldığı öğrendik. İkimiz kan ter içinde civciv satıcısına ulaştık. Atacan?ın beğendiği beş civcivi satın aldık. Civcivler açlık, susuzluk ve sıcakta sıkış tıkış bir arada olmaktan bitkin düşmüşlerdi. Karnımız doyurmak için bir aşevine gittik. Hemen civcivlerin bulunduğu kutuyu açtık. Şişe kapağını su koyduk öncelikle. Hayvanlar, doyasıya su içtiler kana kana. Ardından kutunun içine bolca yem? Biz yemeğimizi yerken onlar yemlendiler.
Civcivleri eve getirip bahçeye saldık. Önce ürkek, korkak, çekingen hareketlerle birbirlerinden ayrılmadan kuytu köşelerde dolaştılar. Zaman geçtikçe günler ilerledikçe komşu bahçeleri de keşfe çıktılar.
Atacan, ilk günlerde civcivlere elleyemiyordu. Giderek alıştı onlara. Son zamanlarda neredeyse gün boyu onlarla birlikte oldu. Güneşin doğuşunu izler izlemez onları, bahçeye çıkarıp birlikte yemliyoruz. Civcivler çoğu zaman Atacan?ın kucağında, elinde, hatta başının üzerinde uzun saçları arasında eşelenmekteler.
Civcivleri aldığımız ilk gün daha eve gelmeden civcivlerin renklerine göre onlara ad koyuyoruz: Böğürtlen, Karadut, Limon, Kayısı ve Şeftali? Bol yem ve geniş bahçede akşama dek türlü böcek, karınca, solucan yiyen civcivler bir ayda hızla büyüdüler. Kanatları, kuyrukları, renkleri belirginleşti giderek.
Limon?u bir kaza sonucu kaybettik. Atacan günlerce kendine gelemedi, üzüntüden kahroldu.
Karadut, baştan beri arkadaşlarından ayrı dolaşmaktaydı. Dinlencemizin sonuna doğru ne yazık ki bir kedi, onu kapıp götürdü. Bu da Atacan?ı çok üzdü.
Dinlencemiz bitmek üzere? En büyük sorun, civcivleri ne yapacağımız? Araba ile İstanbul?a getirdik, diyelim. Nerede bakıp besleyeceğiz? Balkonda bu iş olmaz. Zaten kanatlanan hayvanları orada saklamak çok zor. Mürefte?de tanıdığız biri var: Sami Bey? Evinin bahçesini balık ağlarıyla çevirmiş, orada tavuk besliyor. Çalışkan bir adam, ekmeğini taştan çıkarmakta. Onu aradım, civcivlere bakıp bakamayacağını sordum. Memnuniyetle kabul etti önerimi. İstanbul?a döneceğimiz günün kuşluk vakti, büyüleyici kuşlarımızı genişçe bir kutuya koyduk. Ben, bir dükkâna girip civcivler için en azından birkaç aylık yem alayım dedim. Bu arada eşim de bir şeyler almak için başka bir dükkâna uğradı.
Atacan, arabada civcivleriyle baş başa. Arabanın kapıları açık. Elimde yem paketleriyle döndüm ki ne göreyim. Atacan?ın iki gözü iki çeşme? Şeftali, başının üstünde eşelenmeden boynunu kısmış, durmakta. Böğürtlen, göbeğinin üstünde şaşkınca gözlerini kısmış öylece bakmakta. Kayısı, kolunun üzerinde bir atmaca duruşunda?
Atacan, sırayla alıp teker teker öpüp kokluyor onları. Gözlüğünü yukarı doğru kaldırmış, gözyaşlarının özgürce akmasını sağlamış. İki elinde birer civciv, gözyaşlarını onların tüyleriyle silmekte. Dakikalarca sürdü bu durum. Eşim geldi bu arada. Çocuğun durumunu görünce o da duygulandı. Ne yapacağımızı şaşırdık. Ben, dil dökmeye başladım. İçinde bulunduğumuz gerçekleri anlattım. Birazcık ikna oldu. Civcivlerin bulunduğu kutu elimizde. Ağır adımlarla yürüyoruz. Atacan?ın ağlaması biraz azaldı. Kısacık yol, uzadıkça uzuyor. Sami Bey, bizi evin kapısında karşılıyor. Geç kalmamız karşısında meraklanıyor. Özür dileyip kısaca neden geç kaldığımızı anlatıyorum. Onun da gözleri doluyor. Atacan, tavukların bulunduğu bahçeyi dolaşıyor, civcivlere ayrılmış bölümü geziyor. İyice inceliyor her yanı. Bahçede birkaç tane kümes var. Hepsinin içini, dışını kontrol ediyor. Kedilerin girebileceği yerin olup olmadığına bakıyor. Yiyecek ve içecek kaplarını iyiden iyiye inceliyor. Horoz ve tavukların civcivlere zarar verip vermeyeceğini, onları koruyup korumayacağını sorup öğreniyor. Sami Bey?in ve benim ikna edici açıklamalarımız onu yatıştırdı. Ağlaması bitti, gözyaşları kesildi.
Civcivlerin bulunduğu kutunun başına gitti. Önce Kayısı?yı aldı. Öptü, kokladı, bağrına bastı. Uzun uzun bir şeyler anlattı ona, sonra yere bıraktı. Kayısı, kendisinden birazcık büyük bir civcivin yanına gitti. Birlikte yemleri gagalamaya başladılar. Arkasından Böğürtlen göründü Atacan?ın minik ellerinde. Onu da öptü, kokladı, uzun bir vedalaşma oldu. En sonunda duygusal bağını en güçlü olduğu Şeftali?yi aldı. Uzun uzun öptü onu. Ona, bir ay sonra gelip kendilerini göreceğini söyledi. Yüzüne, gözüne sürdü yumuşak tüylerini. Usulca yere bıraktı. O, koşarak arkadaşlarının yanına gitti.
Atacan, Şeftali?ye karşı neden daha çok ilgili? Onu diğerlerinden farklı kılan neydi? Beş civcivi aldığımızda içlerinde en küçüğü, en bitkini şeftali idi. Biz, Şeftali?ye ?prematüre? dedik. Atacan da prematüre olduğundan ona ayrı bir sevgi ve yakınlık duydu. Şeftali, geçen zaman içinde yaşama dört elle sarıldı, çok geçmeden diğerlerine yetişti.  
Atacan, civcivlerin adlarını Sami Bey?e söyledi. Onları, adlarıyla çağırması gerektiğini öğütledi bilgiç bilgiç.
Atacan, civcivlerle her gün söyleşirdi. Dışardan bakan biri: ?Bu çocuk kimle konuşuyor?? diye kendi kendine sormadan edemez. Onları bir dost, arkadaş, can yoldaşı olarak gördü. Civcivleri aldığımız ilk gün, zaman yitirmeden onlara ad vermesi çok önemliydi. Ad vermek demek; karşısındaki varlığa bir kişilik, benlik yüklemektir.
Civcivleri yeni yaşam alanına bıraktıktan sonra bir süre daha kaldık orada. Sonrasına vedalaştık. Ayrıldık. İstanbul?a gelinceye dek konumuz civcivlerdi. Bir gün sonra Sami Bey?i arayıp civcivleri sordum. Atacan, her gün aramamı söylüyor. Anlaştık, iki günde bir arayayım, dedim.  Kabul etti. Neyse, zaman her şeyin ilacıdır. Bir süre sonra aramalarım seyrelir sanırım.
Doğayı sevmek, onun sırlarına ermek, canlılarla doğru ilişki kurmak yaşamı çok anlamlı kılmakta. Çocuklarımıza hayvanlarla, bitkilerle dostluğu öğretmeli. Doğadaki tüm varlıklarla uyumlu yaşamaya alıştırmalıyız onları. Doğaya saygı duymayan kişi; kendine, başkasına saygı duyabilir mi? Doğayı sevmeyen biri, insanları sevebilir mi? Hiç unutmayalım ki insan da doğanın bir parçası. Doğa olmazsa ne insan olur ne hayvan ne de bitki?